İngiliz demiryolu mühendisleri işsiz kalınca çareyi Çin’de aramışlar. Ve çaldıkları her kapı hiç kimsenin demiryolunu anlamaması nedeni ile hep yüzlerine kapanmış. Halbuki Çin’in uçsuz bucaksız steplerinde ne güzel demiryolları inşa edilirdi. Mühendisler en son ümit diye İmparatorla görüşmeye çıkmışlar. Çin İmparatoru, trenin demiryolunun ne olduğunu ne işe yaradağını sormuş soruşturmuş, mühendislerde uzun mesafeleri trenle kısa mesafede alınabileceğini söylediklerinde, İmparator;
-Nasıl yani, attan, deveden daha mı hızlı bu?
-Evet, sayın majesteleri, mesela Pekin ile Shangay arası atla kaç gündür?
-30 günden aşağı gidilmez.
-İşte sayın İmparator 30 günlük mesafeyi trenle, 1 günde alacaksınız..bu mükemmel bir olay değil midir?.
-Evet güzelde, peki biz geri kalan 29 gün ne yapacağız?!!….
işte böyle, Çin imparatoru, 30 günün 29 günü ne yapacağız diyerek bu teknolojik gelişmeye karşı çıkmıştır. Gerçekten de teknolojiyi insan hayatına sokmayarak reddetmek kabul edilir bir davranış değildir. Malesef asırlardan beri ifrat ile tefrit arasında bir türlü denge tesis edemeyen insanoğlu, teknoloji konusunda da ya tamamen reddetmiş, ya da günümüzde olduğu gibi tamamen teslim olmuştur.
İnsanın kontrolünde bir teknoloji icrasının yerine, yavaş yavaş teknolojinin kontrolünde insan figürü şekillenmeye başladı.
Dolayısı ile hergün yeni bir icat yumurtlayan teknoloji aygıt-gıdakları herbirimizin yeni uzuvları oldular. Artık gözlerimizin yerine dijital kameralar geçti, kulaklarımızın yerine cep telefonlarımız dinliyor (belki bir yerlerden de dinleniyor), dudaklarımız susmuş, birbirimizle konuşmuyoruz da internet’ten chat’leşiyoruz. Teknoloji bastıkça hayatımıza; saya saya bilgileri, kısa kısa miyop gözlerimizi, kıs kıs kısılmakta, “cep to cep” lerle küçüle küçüle ceplere girmekteyiz.
Hayaller mi? Çoktan bizim değiller artık, başkalarının hayalleri. Hayatlarımız bile sanki bizim değil, başkalarının hayatları. Bizimkileri çoktan teslim aldılar, başkalarının umutlarını, sevinçlerini, korkularını yaşatıyorlar bize. Hem de çoğu naklen, hiç zahmet etmeden, kalkmadan evimizdeki kanapelerden, karşımızda tele-vizyon, vizyon bırakmamış hiçbirimizde, uzanırız her akşam tele-vole kültürüne: Akıllara ziyan, evlere şenlik var, seyredersen her gece, sabaha kadar..
Sınırsız iletişim, kitle iletişimi, global bir bakış açısıdır güya önümüze konan. Çoğu kez tekdüzedir, bir yerlerden ısmarlanan. Böyle olunca; en çok da az gelişmiş coğrafyalarda, teknoloji (filo)lojisini de yitiriyor. Mobil telefon ile haberleşme, dijital televizyon ile zoom’lama derken, hiç farkettirmeden, öyle bir alıştırdı ki hepimizi, çarpıp durmakta beynimizi, cebimizi. Maddeci ruhlarımız kışkırtılmış, çoluk çocuk en son versiyonlarının, renk renk modellerinin peşindeyiz artık..
Sermaye bu, her mecrada kendine hep bir yol açmakta, emtea olup akmakta önümüze. Teknoloji ayrı bir çoşku katmakta kapitalizm’e. Kimimiz de tekno olan herşeye inat, durduk yerde merak saldık yogaya, budaya!.
İnternet sayfaları, televizyon kanalları, cep telefonları, hepsi işbirlikçi olmuşlar, kimliklerimiz ellerinde ruhumuzu okumaktalar, yaşlarımız, cinsiyetlerimiz, ilgi alanlarımız üzerinden sepetlere ayırmışlar bizleri, nerede önümüzde bir ekran varsa, reklamlar yağdırmaktalar.
Yeşil vadilerimizden çıkarak her birimiz teker teker, yüzüğün peşindeki hobbit’ler gibi, doğruyu – yanlışı, iyiyi – kötüyü şaşırdık, iki ruhlu, iki boyutlu kılınmaktayız yavaş yavaş, bu gidişle birer gollum olup çıkacağız yakında.
Teknoloji; yerleşik değerlerimizin yerine her gün yeni bir elektronik devre koyduğunda, insan doğamıza her kızılötesi ışınlarla saldırısında, bakır yalıtkanlarıyla bizi bize her yabancılaştırdığında, fiber kablolarla hepimizi hep aynı hizaya alıp her bağladığında ve pixel ekranlarla hayattan bizi her soyutladığında, hafifçe gülümseriz ve nostalji deriz adına; nerede eski bir tad, eski bir koku, eski bir ses buldukça.
Teknolojiye bağışık ruhlarımız gitgide solmakta ve soluklarımız tıkanıp durmaktadır artık astım krizlerinde; kışın bir dağ havasında ya da ilkbaharda bir pamukçuk yağmurunda. Umursamayız, alerji deriz adına. Belki de doğa hepimize kızmakta. Terkedilmiş, kıskanç, eski bir sevgili gibi kılçık olup boğazımıza saplanmakta..
Bir daha ki yazımıza kadar insan mı kalırız, yoksa robotlaşır mıyız belli olmaz.. Kalın sağlıcakla…..
Dr. Mehmet Yavuz
REEM Nöropsikiyatri